Hukuk Fakültesi

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 22
  • Öğe
    Ana Hatları ile Birleşmiş Milletler Satım Hukuku
    (Galatasaray Üniversitesi, 2022) Dağdelen, Ahmet Hakan
    Bu çalışmanın konusunu, Türkiye’de ders kitaplarında hak ettiği yeri ve ilgiyi henüz bulamadığı söylenebilecek Birleşmiş Milletler satım hukukunun kısaca ana hatları oluşturur. Viyana’da Birleşmiş Milletler nezdinde yapılan Milletlerarası Satım Antlaşması’na dayanan Birleşmiş Milletler Satım Hukuku, on seneyi aşkın süredir Türk hukukunun bir parçasıdır. Ülke sınırlarını aşan satım sözleşmeleri açısından öncelikle uygulama alanı bulacak bu kurallar bütünü, satım sözleşmesi çerçevesince ortaya çıkabilecek problemlere kimi yerlerde ulusal nitelikteki Türk hukukundan farklı şekilde yaklaşır, bunları farklı şekilde değerlendirir. Büyük ölçüde Kıta Avrupası hukuk sistemi ile Anglo Sakson hukuk sistemi (Common Law) arasında verilen tavizlere ve uyuşmaya dayanan bu kurallar satım sözleşmesinin kuruluşu, satım konusu eşyaya ilişkin hasar tehlikesinin intikali, satıcı ve alıcının yükümlülükleri, bunlara aykırılıkları, tazminat, sözleşmenin tasfiyesi ve malların muhafazasına ilişkin maddi hukuk normu niteliğinde düzenlemeler içerir. Antlaşma değindiği problemler açısından hem bahsi geçen bu iki hukuk sistemini hem de bu kuralları iktibas etmiş ve aynı hukuk sisteminde yer alan ülkelerin hukuklarını yakınlaştırma fonksiyonu görür.
  • Öğe
    Vekaletsiz İş Görende İşi Vekaletsiz Olarak Görme Bilinci Aranmalı Mıdır?
    (Ankara Barosu Başkanlığı, 2017) Aksoy, Hüseyin Can
    Vekaletsiz iş görme kurumunu düzenleyen kanun koyucu, özgecil olarak bir başkasının işini gören kişi ile bir başkasının menfaatini bencilce gasp eden kişi arasında ayrım yapmış ve özgecil hareketiyle bir başkasının işini gören kişiye çeşitli ve geniş kapsamlı haklar sunmuştur. Bu bağlamda, iş görenin önemli ölçüde korunmasının sebebi onun özgecil davranışı olduğundan, gerçek vekaletsiz iş görmeye ilişkin hükümlerin uygulanabilmesi, iş görenin işi gördüğü sırada "işi vekaletsiz olarak görme bilincine" sahip olması koşuluna bağlıdır. Yükümlü olduğu yanılgısıyla veya batıl bir sözleşmeden doğduğu düşünülen borcunu ya da iptal edilmiş bir sözleşmeden doğan yükümlülüğünü ifa etme gayesiyle hareket eden iş görendeki özgecil yaklaşım eksikliği, vekaletsiz iş görme hükümlerinin uygulanmasına engeldir.
  • Öğe
    Miras Sözü Vermeden Doğan Kusurlu Sorumluluk: Culpa In Testando Sorumluluğu
    (Marmara Üniversitesi Yayınları, 2017) Atlan, Hülya
    Güven ilkesi, rastlantısal temasın ötesinde aralarında özel bir bağlantı kurulan kişilere koruma yükümlülüğü yükler. Bu türde bir koruma yükümlülüğünün ölüme bağlı tasarruflar yönünden uygulama alanı bulup bulmayacağı tartışmaya pek az açılmış bir konudur. Sözü verilen ölüme bağlı tasarrufun, muhatapta uyandırılan güvenin aksine hiç yapılmaması veya geri alınması, bazı koşulların gerçekleşmesi halinde aydınlatma yükümlülüğünü yerine getirmeyen mirasbırakanın sorumluluğuna yol açabilir. Miras sözü vermeden doğan sorumluluk olarak adlandırılabilecek culpa in testando sorumluluğu, oluşan güven ilişkisinin ihlali nedeniyle meydana gelen güven zararının tazmin edilmesine yönelen bir sorumluluk türüdür
  • Öğe
    TMK’nın 197. Maddesi Kapsamında Eşlerin Ayrı Yaşama Hakkı Ve Hâkimin Alacağı Önlemler
    (Türkiye Barolar Birliği, 2017) Köse, Eylül Can
    Evlilik birliğinde huzursuzluk çıktığı dönemlerde, evlilik birliğini korumak amacıyla getirilen hükümlerden biri TMK m. 197'dir. Bu hükümle, eşlerden birinin ortak hayat sebebiyle kişiliği, ekonomik güvenliği veya ailenin huzurunun ciddi biçimde tehlikeye düşmesi halinde ayrı yaşama hakkına sahip olacağı düzenlenmiştir. Eşlerden birinin ayrı yaşama hakkını kullanması üzerine hâkimden çeşitli önlemleri talep etme hakkı da aynı maddede düzenlenmiştir. Bu önlemleri hâkim kural olarak re'sen alamaz
  • Öğe
    İsviçre Hukuku’ndaki Değişiklikler Işığında Ayırt Etme Gücüne Sahip Kısıtlının Mirasbırakan Sıfatıyla Miras Sözleşmesi Yapabilmesine İlişkin Düşünceler
    (Türkiye Adalet Akademisi, 2017) Atlan, Hülya A
    Miras sözleşmesi, mirasbırakana bazı yönlerden yarar sağlayan güvenceli bir ölüme bağlı tasarruf şeklidir. Hukukumuzda,mirasbırakan sıfatıyla miras sözleşmesi yapabilmek için tam fiil ehliyetine sahip olmak gerekir. Önemli bir tasarruf biçiminin ayırt etme gücüne sahip kısıtlılar tarafından yapılması kanun hükmüyle engellenmiştir. Ölüme bağlı tasarrufların açıklandığı iki yöntemden birinin önlenmiş olması, kısıtlılar yönünden ölüme bağlı tasarrufta bulunma iradesini önemli ölçüde daraltır. Bu, resmi makamların müdahalesine karşı vesayet altına alınmış yetişkinin iradesine öncelik tanıyan yeni eğilimle uyuşmaz.Bu eğilimin etkisiyle, İsviçre Medeni Kanunu'nun (ZGB) miras sözleşmesi yapma ehliyetine ilişkin hükmünden"kısıtlı olmama" koşulu kaldırılmıştır. Hukukumuzda da bu yönde bir değişikliğin yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.Kısıtlı, vasiyetnameyle olduğu kadar, miras sözleşmesi aracılığıyla da kişiye sıkı sıkıya bağlı hak niteliğindeki ölüme bağlı tasarrufta bulunma hakkını kullanabilmelidir. Ayırt etme gücüne sahip olunması koşuluyla kısıtlıların miras sözleşmesi yapmalarına imkân tanınmasının önünde hukuki bir engel bulunmamaktadır. Miras sözleşmesiyle kişiye sıkı sıkıya bağlı hakkın kullanılıyor olması, aynı zamanda bağlayıcı olan bu sözleşmenin geçerliliğinin yasal temsilcinin rızasıyla sağlanmasına engel değildir.Vesayet sistemimizin irade serbestisini esas alacak biçimde yeniden yapılandırılması, kısıtlıların miras sözleşmesi yapmalarını sağlayacak yasal düzenlemenin de zeminini oluşturacaktır.
  • Öğe
    Bir Yargıtay Kararı Işığında; İmara Aykırı (Kaçak) Yapının Mal Rejiminin Tasfiyesinde Katılma Alacağına Konu Olması Sorunu
    (Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 2017) Atlan, Hülya; Yavuz, Elif
    Yasal mal rejiminin tasfiyesinde, hukuki ve ekonomik değeri olan edinilmiş mal niteliğindeki malvarlığı değerleri göz önünde bulundurulur. Fiilen maddi bir değere sahip olmakla birlikte hukuki bir temele dayanmayan kaçak yapıların mal rejiminin tasfiyesinde göz önünde bulundurulmaları, bunların imar mevzuatına uygun hale getirilmelerine bağlıdır. Ancak bu halde söz konusu yapıların tasfiyede göz önünde bulundurulmaları mümkündür. Henüz yasal dayanağı olmayan kaçak yapılar hakkında mevcut tasfiye davası ile hüküm kurulamaz. Ancak bu yapılar yönünden, mevzuata uygun hale getirilmeleri geciktirici koşuluna bağlı olarak bir katılma alacağının doğacağı tespit edilebilir. Şart gerçekleştiğinde, söz konusu yapıların sürüm değeri üzerinden davacı lehine ayrı bir katılma alacağı belirlenebilir. İdari makamın kararının tasfiye davasında bekletici sorun yapılması da sorunun çözümünde takip edilebilecek bir diğer yöntem olabilir.
  • Öğe
    Arsa Sahibinin Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmesinden Dönmesinin Yükleniciden Arsa Payı Satın Alan Üçüncü Kişilere Etkisi Ve Bu Etkinin Yargı Kararları Çerçevesinde Değerlendirilmesi
    (Türkiye Barolar Birliği, 2019) Aydın, Gülşah Sinem
    Uygulamada arsa malikleri sıklıkla arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca yükleniciye verilecek bağımsız bölümlere ilişkin arsa paylarını daha inşaat tamamlanmadan devretmektedir. Yükleniciler de ihtiyaç duydukları mali güce kavuşmak için, söz konusu arsa paylarını malik sıfatıyla üçüncü kişilere satıp devretmektedir. Sorun arsa malikinin sözleşmeden dönmesi üzerine, arsa payını satın almış olan üçüncü kişilerin bundan nasıl etkileneceği hususunda çıkmaktadır. Bu çalışmada, arsa malikinin arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinden dönmesi hâlinde, bu durumun yükleniciden arsa payı satın alan üçüncü kişilere nasıl etki edeceği ele alınacaktır. Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre inşaat tamamlanmadan yükleniciye yapılmış olan bu devirler “avans” niteliğindedir ve devredilen tapuların iadesi aynî hakka dayalı olarak her zaman istenebilir. Konuya ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kararda da başvurucuların mülkiyet hakkının ihlâl edilmediği belirtilmektedir. Bu doğrultuda çalışmada, Yargıtay kararları ile Anayasa Mahkemesi kararı hakkında açıklamalar yapılacak, sözleşmeden dönmenin sonuçlarına ilişkin öğretide ileri sürülen görüşlere değinilerek bu görüşler çerçevesinde Yargıtay kararları değerlendirilecek ve savunduğumuz görüş gerekçeleri ile ortaya konacaktır
  • Öğe
    Federal ve Üniter Devletlerin Yerinden Yönetim Birimlerinin Benzerlik ve Farklılıkları Açısından İncelenmesi
    (İstanbul Medipol Üniversitesi, 2019) Çağdaş, Tülin
    Devlet toplulukları içerisinde yer alan federal devlet, bünyesinde iki çeşit devlet barındırmaktadır. Bunlar ‘Federal Devlet’ ve ‘Federe Devletler’dir. Federal devlete aynı zamanda federasyon da denmektedir. Federasyonu, Dünya üzerinde birçok devlet kabul etmiş ve uygulamıştır. Federalizm ise federal devletin örgütlenmesi neticesinde ortaya çıkmış olan siyasi bir sistemdir ve bu sistem birtakım özellikleri içermektedir. Özellikle de federalizm dendiği zaman akla, devlet yetkilerinin federal devlet ve federe devletler arasında paylaşılması gelmektedir. Yerinden yönetimde ise idari ve siyasi yetkilerden bazıları merkezi idare teşkilatının dışında yer alan otoritelere devredilmektedir. Yerinden yönetim siyasi ve idari olmak üzere iki çeşittir. Federalizmde de yerinden yönetimde de yetkiler, merkez ile yerel birimler arasında paylaşılmaktadır. Bu noktada aralarında benzerlik mevcuttur fakat her şeye rağmen aralarında önemli ve ayırt edici farklar bulunduğundan söz konusu iki sistem birbirinden ayrılmaktadır.
  • Öğe
    Yurt Dışından Türkiye’ye Gelen Taşınır Üzerindeki Mülkiyeti Muhafaza Kaydının Akıbeti
    (Galatasaray Üniversitesi, 2019) Dağdelen, Ahmet Hakan
    Uygulamada, Almanya ve Avusturya’da yerleşik satıcıların, Türkiye’den bir alıcı ile yaptıkları satım sözleşmelerine mülkiyeti muhafaza kaydı koydurdukları gözlemlenmektedir. Genelde dağıtım sözleşmeleri bağlamında yapılan satım sözleşmelerinde yer alan bu kayıtların sicile geçmemeleri durumunda geçerli olup olmadığı sorusu Türkiye’de bir problem teşkil etmektedir. Öğretide bu soruya ilişkin her iki yönde de cevap bulmak mümkün iken, pek de yeni tarihli olmayan bir kararında Yargıtay Türkiye’de bu tip kayıtlar için öngörülmüş sicile geçmemiş kayıtlar açısından yabancılık unsuru bulunan bir olayda geçersizlik hükmünde bulunmuştur. Bu çalışmada, kısaca bu tip kayıtlar için Türk Medeni Hukuku’nda öngörülen esaslar, yine kısaca Almanya, Avusturya ve İsviçre hukuklarında bu kayıtların esası ve yabancılık unsuru varlığında durumu ve son olarak bu kayıtların bir yabancılık unsuru varlığı halinde Türk Milletlerarası Özel Hukuku bakımından geçerliliği incelenmektedir.
  • Öğe
    Kabahatler Kanununun Genel Hükümleri ve İdari Yaptırımlar Üzerine Bazı Gözlemler
    (Çankaya Üniversitesi, 2020) Tüzün, Duygu
    Türk Hukuku’nda, hukuk düzenini ihlale sebebiyet veren fiiller suç ve kabahat olmak üzere ikili bir ayrıma tabii tutulmuş ve uygulanacak yaptırımlar da ona göre farklılık göstermiştir. Suçta ve cezada kanunilik ilkesi gereğince hukuk düzenini ihlal eden fiiller ve bu fiillerin karşılığında uygulanacak yaptırımlar açık ve belirli olacak şekilde kanunlarla düzenlenmişlerdir. Kabahatler suçlardan farklılık göstererek kanunda açıkça tanımlanabilecekleri gibi, bazı durumlarda ise kanunun çizdiği çerçeve hükmün içeriği, idarenin genel ve düzenleyici işlemleriyle doldurulabilecektir. Bu durum sadece kabahatler için geçerli olup, kabahatlerin sonucunda uygulanacak yaptırımlar sadece kanunla belirlenebileceklerdir. Bu çalışmada hukuk düzenini ihlal eden fiillerde neden suç ve kabahat ayrımına gidildiği, kabahat olarak adlandırılan fiillerin ve karşılığı olan yaptırımların neler olabilecekleri Kabahatler Kanunu özelinde ele alınmıştır.
  • Öğe
    Tefecilik Suçu ve Tüketim Ödüncü (Karz) Sözleşmesi
    (Çankaya Üniversitesi, 2020) Öz, Neslihan
    Tefecilik suçu Ceza Kanununa ilk defa 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ile girmiştir. Bu kurum, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 241. maddesinde düzenlenmiştir. Bu çerçevede, 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu’nda tefecilik suçu ile ilgili düzenleme bulunmamaktadır. Tefecilik suçu doğrudan ekonomik sistemi etkilediği için ayrıca önem arz etmektedir. Bununla birlikte, Türk Hukuku’nda tefecilik bir suç olarak düzenlenip ceza yaptırımına tabi iken, bir yandan da ödünç para verme işlemi Türk Borçlar Kanunu’nda bir sözleşme türü olarak ayrıca düzenlenmektedir. Durum böyle olunca hangi durumlarda bu ödünç para verme işleminin suç olduğu hangi durumlarda olmadığının da tespiti büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle çalışmamızda, tefeciliğin tanımı, süreç içinde değişen cezai yasal düzenlemeler ile birlikte suç teorisine göre tefecilik suçu incelenerek tüketim ödüncü (karz) sözleşmesi ile farklarına değinilmiştir.
  • Öğe
    Tüketici İşlemlerinde Sözleşmeye Aykırı Tüketim Malının İkame Edilmesine Kadarki Sürede Bu Malın Kullanımına Karşılık Değer Tazminatı İstenememesi
    (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 2019) Dağdelen, Ahmet Hakan
    Divan’ın önüne gelen aşağıdaki olayın konusu, ayıplı malın değiştirilmesine kadar geçen sürede, tüketiciden bu malın kullanılmasına karşılık olarak bir bedel talep edilip edilemeyeceğine ilişkindir. Alman Mevzuatı satıcıya bu yönde imkân sunarak, alıcıdan bu bedeli talep etmesine izin vermektedir. Divan’a yöneltilen soruda, Alman Mevzuatı’ndaki bu kabulün Topluluk Hukuku ile bağdaşıp bağdaşmadığı incelenmektedir. Divan, satıcının seçilen tedbir türünü ivazsız gerçekleştirmek zorunda olduğundan hareketle, Alman Mevzuatı’nı Topluluk Hukuku ile bağdaşır bulmamıştır. Her ne kadar hükmün gerekçesi tartışmaya açık ve hükümde alıcının da ayıplı malın satım bedelinden önceden yarar elde ediyor oluşu üzerinde durulmasa da, hüküm vardığı sonuç ile adil görünmektedir.
  • Öğe
    5651 Sayılı Kanun Aracılığıyla İnternet Ortamında Özel Hayatın Gizliliğinin Korunması
    (Çankaya Üniversitesi, 2020) Köse, Eylül Can
    Özel hayatın gizliliği, kişilik hakkına ilişkin genel hükümler çerçevesinde korunmakta ise de, bugün herkesin kolaylıkla ulaşabildiği ve paylaşım yapabildiği internet ortamında, özel hayatın gizliliğini ihlâl eden içeriklerin sayısı giderek artmaktadır. İnternet ortamında bir kez yer alan bir içeriğin yayılma hızı, özel hayatın gizliliğinin korunması için yeni ve hızlı yöntemler üretilmesini gerektirmiş ve nihayet 2014 yılında 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’a eklenen hükümlerle, içeriğe erişimin engellenmesi tedbirinin uygulanması imkânı sağlanmıştır. Bu tedbirin özelliği, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na yapılan başvuru üzerine, herhangi bir ön inceleme yapılmaksızın, erişim sağlayıcılarının en geç dört saat içinde ihlâl olduğu iddia edilen içeriğe erişimin engellenmesini gerçekleştirmek zorunda olmasıdır. Tedbir başvurusunun yapılmasından itibaren 24 saat içinde, içeriğin engellenmesi tedbirinin sulh ceza hâkiminin onayına sunulması zorunluluğu getirilmiştir.
  • Öğe
    Harcamalara Katılma Paylarının Mali Güce Göre Ödeme İlkesi Kapsamında Analizi
    (Strateji Geliştirme Başkanlığı, 2018) Yiğit, Uğur
    Şehirlerin hızla geliştiği ve yerel halkın hizmet taleplerinin çeşitlenerek arttığı günümüzde belediye hizmetleri ve bu hizmetleri finanse edecek kaynağa olan ihtiyaç giderek artmaktadır. Harcamalara katılma payları yol, kanalizasyon ve su tesisleri harcamalarına katılma payları olmak üzere üç sınıfa ayrılmıştır. Harcamalara katılma paylarının, bina ve arsalarda vergi değerlerinin %2’sini geçemeyeceği düzenlemesi uyarınca, emlak vergisine konu vergi değeri; bir ödeme gücü ölçütü olarak ödenmesi gereken harcamalara katılma payı tutarını etkilemektedir. Bu çalışmada harcamalara katılma paylarının niteliği ve bu niteliğe bağlı olarak mali güce göre ödeme ilkesi yönünden denetlenebilir olup olmadığı hususları incelenmiştir
  • Öğe
    Beden Bütünlüğünün İhlalinde Manevi Tazminat Miktarının Belirlenmesi = Determining of Amount of Non-Pecuniary Damage for Violation of Physical Integrity
    (Ankara Üniversitesi, 2016) Atlan, Hülya
    Ülkemiz hukukunda, manevi zararın ve tazminatın hesaplanmasının mümkün olmadığı, bu nedenle sadece takdir edilebileceği görüşü hâkimdir. Tazminatın belirlenmesinin bütünüyle hâkimin takdirine bırakılması, benzer kişilik hakkı ihlalleri için hükmedilen manevi tazminat miktarları arasında önemli farklılıklara neden olmaktadır. Hukuki güvenlik ilkesinin uygulanmasını tehlikeye sokan bu durum karşısında, manevi zarar ile tazminatın kapsamının objektif ilkelerle çizilmesi zorunluluk arz eder. Bu alanda bjektivitenin sağlanması, manevi tazminatın niteliği gereği güç olmakla birlikte imkânsız değildir. Özellikle beden bütünlüğünün ihlalinde manevi tazminatın objektif kriterlere göre belirlenmesi, diğer kişilik değerlerinin ihlaline oranla kolaydır. Zira bu halde, ihlalin türünü ve ağırlığını tıbbi araçlar ve benzeri yollarla maddi olarak tespit etmek olanaklıdır. Böylece beden bütünlüğünde meydana gelen bozukluklar yüzdelik oranlarla belirlenebilir ve bu oranlar üzerinden manevi zarar ve tazminat hesaplanabilir. Tıbbi yöntemlerin anı sıra, yargı kararları da tazminatın objektif temelde belirlenmesine hizmet edebilir. Gerçekten, manevi tazminat miktarına etki eden somut olaya ait objektif kriterlerin, ihlalin türüne göre derlenecek emsal kararlarla ortaya çıkarılması mümkündür. Sözü edilen yöntemlerle oluşturulacak çizelgeler, herkes için uygulanabilen asgari (taban) bir manevi tazminat miktarının elde edilmesini sağlar. Böylece manevi tazminat miktarına ilişkin çelişkili kararlar en aza indirgenmiş olur.
  • Öğe
    Osmanlı Hukukunda Vakıfların Denetimi (Evkaf-I Hümayun Nezareti)
    (Istanbul University, 2014) Genca, Elif
    Vakıf hukuku sisteminin oluşmasıyla birlikte bütün İslam devletleri vakıfların denetimine büyük önem vermişlerdir. Vakıf medeniyeti olarak tanımlayabileceğimiz Osmanlı Devleti açısından da vakıflar büyük önem taşımaktaydı. Sosyal, kültürel, ticari ve askeri açıdan önemli olan ve özellikle bu alanlarda oluşturulan vakıf kurumlarına ve bunların denetimine Osmanlı yöneticileri de gerekli önemi göstermiştir. Vakıf yönetimi özel hukuk yapılarına bağlı olmasına rağmen vakıf denetimi için çeşitli birimler kurulmuştur. Bu birimler daha çok kadılık bünyesinde oluşturulmuştur. Ancak vakıfların denetimini kadının gözetiminden kaçırmak maksadıyla bazı meslek mensupları, kendi meslek gruplarından kişileri, vakfın denetlenmesi konusunda görevlendirmiştir. Saray mensuplarının kurmuş oldukları vakıfların denetimi ise daha çok saray ağalarının eline bırakılmıştır. Mekke ve Medine şehirlerindeki vakıflar ve bu şehirler için kurulmuş vakıfların denetimi için de Evkaf-ı Haremeyn nezareti kurulmuştur. Daha sonra saray ağalarının denetiminde bulunan vakıflar da zamanla çeşitli nezaretler eliyle denetlenmeye başlanmıştır. Anlaşılacağı üzere merkezi bir idarenin kurulmasından evvel vakıfların denetimi çeşitli kişiler veya nezaretler eliyle yürütülmekteydi. Vakıfların denetimindeki dağınıklık çeşitli keyfiliklere ve yolsuzluklara neden olmuştur. 19. yüzyılda Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesiyle başlayan yenileşme hareketleriyle, batı tarzında merkezileşme fikri popüler hale gelmiş ve bu anlayışa uygun olarak vakıfların denetiminin de tek elde toplanması fikri ağırlık kazanmıştır. Özellikle ciddi bir nakdi kaynak olan vakıfların potansiyelinden diğer devlet yapılarının da yararlandırılması yanında sosyal ve siyasal alanda kuvvetli olan dini çevrelerin gücünün kırılması istekleri de bu fikri desteklemiştir. Bu fikir ile Evkaf-ı Hümayun Nezareti kurulmuş, zamanla bütün vakıfların denetimi bu nezarete bağlanmıştır. Nezaret başlangıçta ayrı bir birim iken daha sonra Meclis-i Vükelanın bir üyesi olmuştur. Çalışmamızın ilk bölümünde vakfın tanımı ve amacı üzerinde genel olarak durulacaktır. Bundan başka vakıfların denetimi hususunun daha iyi kavranabilmesi için vakıfların idari yapısına da kısaca değinilecektir. İkinci bölümünde, 19. yüzyıla kadar olan dönemde vakıfların yönetimi ve denetimi incelenecektir. Çalışmamızın son bölümünde ise 19. yüzyılda başlayan yenileşme hareketleriyle birlikte vakıfların yönetim ve denetiminde yapılan değişiklikler ile bu değişikliklerin sebepleri ve sonuçları üzerinde durulacaktır.
  • Öğe
    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Kararlarının Yerine Getirilmemesinden Doğan Sorumluluk
    (Istanbul University, 2014) Karaman, Ebru
    İkinci Dünya Savaşı’nın özellikle Avrupa Kıtası’nda yarattığı insan hakları ihlalleri, insan hakları ve özgürlüklerin kurumsal alandan çıkıp uygulama alanına girmesine neden olmuştur. Önceleri esas itibarıyla bir iç hukuk sorunu olarak değerlendirilen insan haklarının ihlali ve güvence altına alınması, günümüzde uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Bunun en önemli sonucu ise, uluslararası bir denetim ve koruma mekanizması olan Avrupa İnsan Hakları sisteminin kurulmasıdır1. 1950 yılında imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) Başlangıç kısmında da belirtildiği gibi, bu Sözleşmeyle Avrupa Konseyi üye devletleri, insan hakları ile özgürlüklerin korunmasını amaçlamaktadır2. AİHS, klasik uluslararası antlaşmalardan farklı olarak, karşılıklı ve iki taraflı taahhütlerin ötesinde, taraf devletlerin yerine getirmesi gereken objektif yükümlülükler yaratan ayırt edici bir niteliğe sahiptir. Sözleşme’nin AİHM tarafından insan hakları alanında Avrupa kamu düzeninin anayasal belgesi olarak tanımlanması da bunun bir sonucudur.Sözleşme’nin 19. maddesiyle kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), gerek devlet başvuruları gerekse bireysel başvurular sonucunda hak ihlallerini saptamakta ve Mahkemenin ihlal kararının yerine getirilebilmesi için dosyayı Bakanlar Komitesi’ne göndermektedir. Yargılama işleminin amacı, uygulamada bir işlevinin olmasıdır. Şüphesiz yerine getirilmeyen bir mahkeme kararının fiilen hiçbir önemi yoktur. Bu nedenle AİHM’nin kararları da kendi başına bir değer teşkil etmez. AİHM kararları, gelecek için bir değişim vaadi, hak ve özgürlüklerin fiilî olarak var olmasını sağlaması gereken bir sürecin başlangıcıdır. Dolayısıyla, AİHM’nin kararlarının yerine getirilmesi insan hakları ihlallerinin önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. 1998 yılında yürürlüğe giren 11 No.lu Ek Protokol’ün Mahkeme kararlarının uygulanmasına yönelik getirdiği yeniliklerin reform niteliğinde olduğu ve AİHM’yi gerçek bir yargı organı haline getirdiği kuşkusuzdur6. Ancak Mahkeme, getirilen düzenlemelere rağmen, ciddi şekilde artan iş yüküyle yeniden karşılaşmıştır. 11 No.lu Ek Protokol’ün getirdiği hızlanmayı arttıran ve Mahkemenin kararlarının uygulanması aşamasında Bakanlar Komitesi’nin yetkilerini güçlendirmeyi amaçlayan yeni bir protokol ihtiyacı doğmuştur. 14 No.lu Ek Protokol 13 Mayıs 2004’te imzaya açılmış ve 1 Haziran 2010’da yürürlüğe girmiştir8. Söz konusu düzenlemenin değerlendirilmesiyle birlikte, bu çalışmanın ilk bölümünde AİHM kararları ve kararların bağlayıcılığı; ikinci bölümünde ise, AİHM kararlarının yerine getirilmemesi durumunda Bakanlar Komitesi, AİHM ve Parlamenterler Meclisi tarafından uygulanabilecek yaptırımlar üzerinde durulacaktır.
  • Öğe
    Anonim Şirket Yönetim Kurulu Üyelerine Yapılan Ödemelerin Vergilendirilmesi = Taxation of Payments to The Member of the Board of Directors of Joint-Stock Company
    (Uludağ Üniversitesi, 2018) Yiğit, Uğur
    Anonim şirketler tarafından yönetim kurulu başkan ve üyelerine bu sıfatları nedeniyle değişik adlarla ödeme yapılabilir. Bir şirketin yönetim kurulu üyesi olan kişi aynı zamanda bu şirketin ortağı da olabilir. Şirket ortağı olması nedeniyle kendisine kar payı ödenebilir. Şirket yönetim kurulu üyesi ve şirket ortağı olan kişinin ayrıca şirkette hizmet sözleşmesine dayalı olarak genel müdür, genel müdür yardımcısı gibi bir sıfatla çalışması ve bu hizmeti karşılığında kendisine ücret ödenmesi de mümkündür. Bu durumda ilgili kişiye üç ayrı sıfatı (yönetim kurulu üyesi/şirket ortağı/şirket çalışanı) nedeniyle ödeme yapılabilir. Bu çalışmanın konusunu bir gerçek kişi yönetim kurulu başkan ve üyesine bu sıfatının yanı sıra aynı zamanda şirket ortağı ve şirket çalışanı olması durumunda yapılacak ödemeler ve bunların vergilendirilmesi teşkil etmektedir.
  • Öğe
    La Privatisation en Turquie et en France
    (İstanbul Üniversitesi, 2010) Karaman, Ebru
    La privatisation, d’ici à peu près 20 ans, reste en particulier un des sujets qui demeure populaire dans des pays qui présentent un déficit budgétaireimportant et dont le secteur public se fait sentir par sa présenceimposante dans l’économie. Dans les pays en voie de développement, la privatisation qui est considérée comme un projet de secours chaque fois qu’une récession s’annonce, reste un moyen par le quel l’efficacité économique peut être atteinte en faisant recours aux forces du marché tout en faisant diminuer les interventions de l’Etat à l’économie. Néanmoins il faut ajouter que les pays suivant un programme de privatisation n’ont pas pris leurs initiatives eux-mêmes pour la dite démarche. Les pays en question ont du considérer, soit face à des problèmes à l’échelle nationale (e.g. le déficit budgétaire, le manque d’adaptation des entreprises publiques aux progrès du a des problèmes de capital et de personnel, les accusations d’illégitimité concernant les gouverneurs de ces entreprises), soit face à des tournures prises par les évènements a l’échelle internationale, voire supranationale (e.g. la globalisation des économies nationales, les effets néfastes de la concurrence transnationale, la quête de secteur favorable du capital étranger pour placer ses investissements) la privatisation comme un ultime ressort. Au bout des crises pécuniaires subies par les gouvernements, la privatisation a regagné ainsi le statut d’un moyen de financement populaire Dans son sens le plus courant, la privatisation est le transfert de la possession et de la gestion des unités de production économiques maintenue par l’Etat au secteur privé2. Par cet aspect la privatisation représente le procès de transfert de propriété et de sa gestion du secteur public vers le secteur privé. Le manque d’adaptation des entreprises publiques aux changements des conditions sociales et économiques qui se sont avérées dans le temps a résulté de l’inefficacité, à l’improductivité et aux coûts élevés. On s’attend à une augmentation de productivité en supposant que les entrepreneurs dans le secteur privé utiliseraient plus efficacement les ressources économiques dans la production des biens de consommation et de services que leurs confrères du secteur public3. Le premier but économique de la privatisation est le fonctionnement ’une autorité de la concurrence et l’efficacité d’utilisation et de distributions des ressources qui est un élément plus important de l’économie de marché libre4. Cependant il y a aussi ceux qui s’opposent au motif d’une source de financement trompeuse pour le but économique de la privatisation5 A part le but économique de privatisation, il y a les buts sociaux et politiques de privatisation. Donc la privatisation est un moyen pour la répartition des inégalités de revenus et de richesses et l’élargissement du capital de base. Ainsi, les actions des entreprises économiques publiques vont être achetées par de nombreuses personnes et élargit la base de capital. Cette méthode est appelée «la privatisation sociale» dans la doctrine Pour que la privatisation soit réussie, les mesures légales concernant toutes les étapes de ce procès doivent être prises et la démarche bien définie. Dans notre pays, la première loi concernant la privatisation est la loi no.2983 issu en 1984. Les dispositions légales relatives à la privatisation sont les lois no.2983, 3291 et 4046 et le décret de loi no. 233 La structure institutionnelle de la privatisation est reformulée par la loi no.4046. En référence à la loi en question, Le Conseil Supérieur de Privatisation, La Présidence de la Direction de Privatisation et Les Fonds de Privatisation constituent la structure institutionnelle de la privatisation. Le fondement de la législation française repose sur les lois no.86- 793, 93-923 et 86-912, sur les décrets issus par le Ministère en référence à es lois, le Ministère de l’Economie et de Privatisation et sur les décisions prises par la Commission de Privatisation Les principes d’application de la privatisation sont arrangés par la loi no.4046. Il existe toutefois des règles à respecter pour une privatisation réussie. En conséquence a la baisse de prix des actions émis au public, les investisseurs-actionnaires ont révélé des profits importants. La formation d’un groupe d’actionnaires repère est indispensable pour l’exercice d’un certain pouvoir sur la direction de l’entreprise pour la contribution optimale des forces du marché au procès de privatisation. Les procédés de privatisation par le transfert de propriété souvent exercés sont la privatisation par vente bloc, la privatisation par offre publique d’actions, la privatisation par vente bloc par le moyen d’offre public retardé et la privatisation par vente aux employés. Si bien que ces tactiques plus fréquemment employées présentent des points communs en France et en Turquie, ils peuvent toutefois se différer du au déroulement des évènements sur le plan national aussi bien que sur le plan international.
  • Öğe
    Yeni Bir Sigorta Türü: Maden Çalışanları Zorunlu Ferdi Kaza Sigortası
    (Seçkin Yayıncılık, 2017) Topaloğlu, Mustafa
    Maden Çalışanları Zorunlu Ferdi Kaza Sigortası, 26/1/2015 tarihli ve 2015/7249 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile zorunlu hale getirilmiştir. Bakanlar Kurulu Kararının 4. maddesinde “Sigorta tazminatının tespitinde zarar hesabı yapılmaz.” denilerek maden çalışanları zorunlu ferdi kaza sigortasının bir meblağ sigortası olduğuna vurgu yapılmıştır. Sigorta poliçesi düzenlenmeden önce, maden işletmemesinde eksperler aracılığıyla risk incelemesi yaptırılır. Poliçe başlangıcından itibaren her altı aylık zaman dilimlerinde aynı risk incelemesi tekrar edilir. Yapılan bu risk incelemesi sonucunda ilgili maden işletmesinin asgari sigortalama şartlarını kaybettiğinin tespiti halinde mevcut sigorta teminatı askıya alınır ve madencilik faaliyetleri Maden işleri Genel Müdürlüğü tarafından durdurulur. Sigorta teminatı ve tazminatı sakatlanma veya ölüm halinde kişi başı 150.000.-TL olarak belirlenmiştir. Ödenecek sigorta tazminatının hesabında zarar dikkate alınmaz. Ancak, Maden Çalışanları Ferdi Kaza Sigortasına bağlı olarak ödenen tazminat, hak sahiplerinin ilgili özel hukuk mevzuatı çerçevesinde sahip oldukları zarara bağlı İşveren Sorumluluk Sigortası tazminatları dahil diğer sigorta tazminatlarından mahsup edilir.